Frankestein’ın Düşündürdükleri
Şeyma Arıkan
“Sevgi uyandıramıyorsam, korku salacağım. Özellikle de sana, çünkü söndürülemez bir nefret duyuyorum yaratıcıma”
Marry Shelley
Doğduğumuz andan itibaren ataerkiyle sarılmış bir toplumda engellere takılmaya başlarız. Üzerimize yüklenen cinsiyet rolleri, sorumluluklar; doğal bağlar, ahlak, kutsallık, hepsi bir zincir gibi ayağımızı bırakmaz. Yaşamak bir seçenek olarak sunulmadığı halde yaşamak zorunda kalırız. O zaman yaratıcı varsa bizi neden yarattığını sormak ya da yaratılışımızdan şikayetçi olmak hakkımızdır.
Frankestein romanında geçen bu pasaj yaptıklarından kendisinin değil onu yaratıp dünyaya salıveren yaratıcısının sorumlu olduğunu söyleyen canavara ait.Yaratıcıya ve ölüme başkaldırı fikri de ilk kez fiziksel bir şekilde burada ortaya atılmıştır. Kitap kısaca ölü bedenlerden yeni bir canlı yaratmayı tutkuyla isteyen bir bilim insanının başarıya ulaştıktan sonra pişmanlığını ve yaşadıklarını konu edinir.
“Frankestein”, filmlerin bizde canlandırdığı şekliyle canavarın ismi gibi görünse de aslında profesörün ismidir. Yine de asıl canavarın profesör olduğu düşüncesi hiç yanlış değildir. Sadece kendini tatmin etmek için yeni bir canlı yaratmış, onun kalbini kırmış ve kendi sevdiklerinin de mahvolmasına sebep olmuştur. Kendisinden yalnızca sevgi ve dostluk isteyen, yapayalnız doğumuna sebep olduğu canlıdan iğrenmiş, ondan nefret etmiş, onun umutlarını yok edip kötü birisine dönüşerek canavarlaşmasına sebep olmuştur. Toplum alışık olduğumuz şekilde kendilerinden farklı ve çirkin olduğunu düşündükleri bu canlıyı her zaman dışlamış, o insanlara yardımcı olarak iyi niyetle yaklaşmaya çalışırken sadece dış görünüşünden dolayı ona saldırmış ve ondan korkmuşlardır. Bu da, yaratığın kendi sahip olamadığı tüm insani özelliklere sahip olanlardan nefret etmesine sebep olmuştur.
Ataerkil toplum kadınlara, lgbti+lara ve kendisinden farklı gördüğü herkese hep böyle davranmamış mıdır zaten?Insanlar önce bizleri toplumdan dışlayıp hatalı ilan eder sonra da canavarlaştırır. Kitap, içinde bolca ölüm ve delilik barındırır. Dünyadaki ilk bilimkurgu romanı olarak işaret edilen romanın kadın bir yazara ait olması, kitabı daha da ilginç kılar. 18. yüzyıl kadınların sadece zarif ve nazik bireyler olarak ele alındığı bir dönemdir. Kadınlar bir şeyler üretse de bunların romantik ve ciddiye alınmayan eserler olması beklenir.Öyle bir dönemde içinde barındırdığı olaylarla topluma kafa tutan bu roman bence bilim kurgunun en iyi örneklerinden.
Roman, herkesin itirazlarına rağmen, gemiyle kimsenin cesaret edemediği gizemli kutup yolculuğuna çıkan bir kadınla başlar. 1800’lerde yaşayan bir kadın ya da kız çocuğu olsaydım bu roman bana nasıl cesaret verirdi tahmin edemiyorum. Mary Shelley’nin yaptığı da buna çok benzer bir şeydi . Bir kadın olarak vahşet, kan, dram dolu bir eser yazmak… Ailesine bakınca bunun sebebini daha iyi anlayabiliriz sanırım. Asıl adı Mary Wollstonecraft olan bu kadın, annesiyle aynı ismi taşır. Annesi doğumdan hemen sonra ölmüş olsa da onun fikirleri kızını yalnız bırakmamıştır. “Burada Mary Wollstonecraft‘dan bahsetmemek haksızlık olurdu. 1792 yılında yayımladığı ‘Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi‘ isimli, yine dünyanın ilk feminist kitaplarından birisidir. Rousseau gibi, düşünürlere detaylı ve kademeli cevaplar veren bu kitap günümüzde tartışılabilir olsa da kendi zamanında çığır açmıştır.
“Frankestein” ilk baskısında isimsiz yayınlanmıştır. Nihayet 1823’te, ikinci baskısında Mary Shelley’nin ismi yer almıştır. Bu kitap iki asır sonra hala bana ve birçok kadına ilham olmaya devam eder ve büyüsünü korur.
Kendi yarattığımız yaratıklar, bizi yaratanlar ve keyiflerine göre bizi cezalandıranları anlamak ve dayanışmak için bize yol gösterir. Siz de hala vizyonda olan ilhamını Frankestein’dan alan , “Poor Thingsi” izleyerek ikisi arasındaki bağlantıyı düşünüp bunları ortak bir düzlemde yorumlayabilirsiniz.
Kaynakça