Akışta Bir Gün
İstanbul’un en kalabalık semtlerinden birinin en kalabalık caddelerine yakın bir yerde, sadece rüzgarın ve arka fondaki caz şarkılarının duyulduğu sakin ve huzurlu bir kafedeyim. Bir kafeye oturunca genelde en köşeye oturmayı tercih ederim. Bir arkadaşım bu duruma “köşe anksiyetesi” diyor; hiç bilmediğin bir yerde rahatsız hissettiğinde çok görülmemek, dikkat çekmemek için en köşeye oturmak. Ama bugün o yüzden geçmedim oraya, sadece sırtımı köşe kısmına yaslamayı seviyorum.
Uzun süredir kendimle tek başıma bir yere gitmiyordum. Uzun süredir bir yere de gitmiyordum doğrusu. Hayat yoğunluğunun, insanı bu genç yaşta sarması çok ilginç. Bazı sorumlulukları çok mu erken üstlendim diye sorgulamıyor değilim. Neyse ya, bir şekilde düzene oturur elbet, deyip geçiştiriyorum aklımdaki soruları. Bilgisayarımın şarjı bitiyor bu sırada, onu şarja takıyorum. Gelişigüzel bir biçimde aklımdakilerle birlikte çevremi yazmak ne rahatlatıcı diye düşünüyorum. Büyük ihtimal ya silerim bu yazıyı ya da bir köşede tozlanmaya bırakırım. İçim rahat etmiyor “önemli” bir yazı yazmadığımda. Okunmaya değer olan şey, ‘önemli’ ve ‘bir mesajı’ olan şeydir benim için. Daha doğrusu aslında benim için öyle değil, sadece o tarz metinler okumuyorum, her şeyi okuyorum ama kendime, mesaj vermesi gereken metinler yazmam konusunda baskı kuruyorum. Belki de sadece o tarz yazabiliyorum ya da öyle yazabildiğime inanıyorum. Bu bir kaçış yolu mu bilmiyorum.
Saçlarını iki yandan topuz yapmış bir garson, limonatamı getiriyor masama. “Saçlarınız ne kadar güzel olmuş”, diyorum bütün içtenliğimle çünkü gerçekten çok beğeniyorum. Saçlarına şekil vermede iyi olmayan biri olarak en sevdiğim ama beceremediğim modellerden biri çünkü ondaki. Yüzüme boş bir bakış atıp bir küçük teşekkür mırıldanıyor. Kırılıyorum. İltifat ettim, kötü bir niyetim yoktu, neden gülmedi, ses tonum mu kötüydü, beni mi sevmedi, dalga geçtiğimi mi sandı gibi bin tane cümle geçiyor içimden. Benim suçum mu diyorum. Bir gülümseme ve samimi bir teşekkür beklerken bu şekilde bir yanıtla karşılaşmam benim suçum olabilir mi? Her şey benim suçum olmak zorunda mı? Değildir diye umuyorum. Belki modu düşüktür, iyi bir günde değildir deyip kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Bu tarz ufak şeylerin beni kırmasına da şaşırıyorum doğrusu.
Rüzgarla birlikte sallanan yaprakları, kahve makinesinin sesini, fotoğraf makineleri ile önümden geçen turistleri izliyorum. Limon kolonyamı, kahve kokusunu alıyorum, Aralık ayında olmamıza rağmen sanki Nisan’daymışız gibi ferah olan havayı ciğerlerime çekiyorum. Limonatamın tadına bakıyorum, istediğim ekşilikte diyorum. Bu anları bilgisayarımın klavyesine döküyorum, tırnağımın kırıldığını hissediyorum, camdan giren güneşin elimi ısıtışını, mermer masanın soğukluğunu hissediyorum. Duraksıyorum sonra. Dinlemeye başlıyorum. Dinliyorum. Arkada çalan müziği dinliyorum. Acaba Spotify’dan mı yoksa Youtube’dan mı açıyorlar diye merak ediyorum. Kafeden çıkmak üzere olan müşterilerden gelen bozuk para şıngırtılarını, telefonlara gelen bildirimleri, garsonların birbirlerine siparişleri söylemelerini, masalardan gelen bardak seslerini, gülüşmeleri dinliyorum. Masaları dinliyorum. Ortadaki masalardan birine kulak misafiri olarak katılıyorum. “İnsanlar bazen seni şaşırtır.” diyor bir kadın, diğerine. İnsanlar bazen seni şaşırtır. Şaşırdığım anları düşünüyorum. Hayır, benim şaşırdığım değil; insanların beni şaşırttığı anları düşünmeliyim. İnsanlara biçtiğimiz onca kalıp ve etikete rağmen onların hâlâ bizi şaşırtabiliyor olması umut verici bir şey sanırım. Her şey sandığımız veya “bildiğimiz” gibi değil. Doğrusu, hiçbir zaman da öyle olmayacak. Hayat tek taraflı bir oyun değil çünkü. Hatta biraz fazla kalabalık bir oyun bence. “Dünya bir sahnedir ama roller kötü dağıtılmıştır.” demiş zaten Oscar Wilde. Daha birkaç dakika önce bile garson kızın beni şaşırttığını hatırlıyorum. Geçen hafta ayağım bir taşa takılıp düşmek üzereyken bir adam beni tuttuğunda ne kadar şaşırdığımı hatırlıyorum. Şaşkınlığın aslında çok da nadir olmayan bir duygu olduğunu fark ediyorum. Sevindiriyor bu beni. Gün içinde mutluluk ve mutsuzluk gibi iki uç duygu dışında başka duygu ve hisleri tadabiliyor olmak hoşuma gidiyor. Gülümsüyorum. Şaşkınlıklara daha çok dikkat edeyim önümüzdeki sene, diyorum kendime.
Bir nefes alıp gözümü misafiri olduğu masadan sokağa taşıyorum. İki sevgili karşıdan karşıya geçiyor. Oğlan, kıza elini uzatıp “Gel karşıya geçelim” diyor. Parmakları sımsıkı birleşiyor. İlk önce sağa, sonra sola bakıp karşıya geçiyorlar. Gözden kaybolana kadar onları izliyorum. Gülümsediğimi fark ediyorum. Sevgi dolu bir çift görünce mutlu oluyorum. Her şeyin çözümünün sevgi olduğuna inanıyorum. Dünyayı sevginin kurtaracağına inanıyorum. Sevdiğim insanların yüzlerini hatırlatıyorum kendime. Her birini andıkça içim ısınıyor. Güneş de ellerimi ısıtmaktan vazgeçiyor artık, batmak üzere. Gecikmeden eve döneyim diyorum. Yolum uzun, biraz da meşakkatli. Lakin kalkasım da yok. Belki de uzun süre sonra ilk defa bir anın tadını çıkarmak istiyorum. Gözlerim doluyor, içim burkuluyor. Son kez kafeyi süzüyorum. Bu sefer başka bir konuşmaya misafir oluyorum. “İnsanlar beni sevsin diye değişmek istiyorum.” diyor biri, odağımı direkt ona veriyorum. Karşısındaki kişi ise şaşkın bir halde bakıyor. Bardağını masaya bırakıyor, arkadaşının gözlerine bakıyor ciddi olup olmadığını anlamak ister gibi. Öne eğilmiş bir baş ve akan yaşlar görünce ciddiyetin farkına varıyor. “Ama ben seni olduğun halinle seviyorum.” diyor arkadaşı. Değerini bilmeyen insanlar yüzünden değişmek zorunda değilsin, yakınındaki insanları seni seven insanlarla değiştirmelisin, diye ekliyor. Kendim de nasipleniyorum bu cümlesinden. Dönüp kendime kuruyorum aynı cümleyi. Alınacak ne kadar çok ders var diyorum. Hatta şu son bir saatte ne kadar çok derse, duyguya ve düşünceye şahit oldum diyorum. Bunu düşünüp dalmışken yere, önümden az önceki garson geçiyor ve bu sefer gülümsüyor bana. İnsanların duygularını veya düşüncelerini kontrol edemeyeceğimi hatırlatıyor. Küçük bir iltifatın, bir gülümsemenin ne kadar bulaşıcı olduğunu hissettiriyor. Sadece insanların değil hayatın kendisinin sürprizlerle dolu olduğunu ve her an bizi şaşırtabileceğini fark ediyorum. Deneyimlediğimiz tüm duyguları fark etmeli ve sıkı sıkı sarılmalıyız onlara diyorum. Sevginin en değerli şey olduğunu tekrar anlıyorum. Temas etmeyi sevmesen bile elini sımsıkı tutabileceğin, seni zorla değiştirmeye çalışmayacak insanlar olmalı hayatında diyorum. O zaman 2024’te daha çok sevelim, daha çok şaşıralım, hislerimize kulak verelim, ilk önce kendimize sonra çevremize iltifatlar edelim, güzelliği yayalım, değişeceksek hep beraber değişelim, diyorum. Belirlediğim yeni yıl hedeflerimi de alıp eve doğru yola çıkıyorum. Hatta bu yazıyı da yayınlama kararı alıyorum…
Serav Dicle Amaç